Ben çocuklara kötülük istemedim,” dedi. “Ama onları… torunum gibi de hissedemedim.”
İşte o cümle her şeyi ortaya döktü. İçimdeki düğüm çözüldü. Demek mesele benim değildi sadece. Mesele, onun “kendi kanı” fikrine tutunmasıydı.
“Torun gibi hissetmeyebilirsiniz,” dedim. “Ama Murat hissediyordu. Onlar babaları olarak Murat’ı bildiler. Bu gerçek değişmez.”
Nermin Hanım ağlamadı. Ama gözleri doldu.
“Ben ne yapacağım şimdi?” dedi.
“Yanlış yaptım,” demedi. Bunu beklemiyordum. Ama “ne yapacağım” demesi bile bir adımdı.
Avukatın çizdiği çerçeveyle konuştuk. Evde oturma düzeni, çocukların okulu, eşyaların geri alınması… Hepsi tek tek konuşuldu. İşin güzel tarafı şu oldu: Nermin Hanım ilk kez “tamam” dedi. Kendi isteğiyle değil belki ama gerçeklerle yüzleştiği için.
Bir hafta içinde evin kapısı tekrar açıldı.
Anahtarımı elime aldığım an, içim titredi. Kapıyı açtığımda ev aynı evdi ama ben aynı ben değildim. Sanki duvarlar bile o üç dört günde yaşlanan hâlimi biliyordu.
Çocuklar içeri girince ilk yaptıkları şey odalarına koşmak oldu. Oyuncaklarını kontrol ettiler. Dolaplarını açtılar. Küçük olan yastığına sarıldı. Büyük olan ise pencerenin önünde durup dışarı baktı. Sonra bana döndü.
“Burada kalacak mıyız?” dedi.
“Evet,” dedim. “Burada kalacağız.”
O akşam ilk kez rahat nefes aldım. Ama hikâye bitmemişti.
Çünkü Nermin Hanım, ertesi gün kapıyı çaldı. Elinde bir poşet vardı. Poşetin içinde Murat’ın bazı eşyaları… saat, birkaç fotoğraf, küçük bir not defteri.
“Bunlar bende kalmış,” dedi